İnsanlardan size sevgiyi anlatmalarını isteyiniz. Sözün çok yerinde kalp kırıklıklarını anlatmaları muhtemeldir.
İnsanlara kabul görmeyi sorunuz, bundan mahrum bırakıldıkları acı tecrübelerden dem vurabilirler.
Çünkü onlara bağ kurmak üzerine bir soru yönelttiniz.
Şayet bir insanın sevdikleri ile bağlarının nasıl koptuğuna dair hikâyeler dinlemeye hazır değilseniz ona böyle bir soru yöneltmeyiniz.
Bağ kurmak… Herhalde hayatımızın en önemli maksat ve manalarından biridir. Bizi öyle meşgul eder ve başaramazsak öyle yaralar ki…
Bugün sizlere bağ kurmak için ihtiyaç duyduğumuz bazı hallerin ve hislerin nasıl da göründükleri gibi olmadıklarından bahsedeceğim. Bunların içinde en kıymetlisi herhalde kırılganlık.
Evet, kırılganlığın kulağa pek kötü gelen bir ismi var. Peki ya içinde bir güzellik saklıysa?
Kırılganlık türlerinden ilki…
Kırılganlığın iki türlüsü bulunur. Bunlardan birincisi ıstırap verici bir kırılganlıktır. Hazırlaması fevkalade kolaydır. Ancak bu cins kırılganlığın bizi kendimizi korumaya teşvik etmekten başka hiçbir faydası yoktur. Dolayısıyla izninizle ben bu kırılganlığı kıytırık sıfatı ile tanımlayacağım.
Kıytırık kırılganlığın malzemeleri korku ve utançtır.
Bir takım utanma hisleri…
Utancın pek çok halleri bulunur. Yanakları pembeleştiren tatlı bir mahcubiyet, prensipli bir hayâ, kıvrandıran bir sıkılganlık… Utanç hepimizin tattığı bir histir. Şayet insan utanç hissetmekten tamamen mahrumsa çevresi ile hissi bağlar kurmak kabiliyetinden de mahrumdur. Yani utanca tamamen fena bir şey gözüyle bakamayız.
Ancak kıytırık kırılganlık için ihtiyaç duyduğumuz utanç tüm bu haller içinden sadece bir tanesidir: Sindiren bir utanç. Böylesi bir utanç “İnsanlarla ve hayatla bağlarımızın kopması korkusu” ile büyür ve yerleşir.
“Bendeki falanca şeyi başkaları görür ve bilirse değerim düşer mi? Herkes bana sırtını mı döner? Kendimi olduğumdan başka türlü mü göstermeliyim? Ben sevilmeye layık değil miyim?”
Bu korku burun kıvırılacak bir vesvese, bir kuruntu gibi görünebilir. Ancak tabiidir, yeri sırasında gümbür gümbürdür ve hepimizde mevcuttur.
Kıytırık Kırılganlık Tarifi:
Doğrusu herhangi bir tarif için sindiren bir utançla uğraşmaktan hiç hazzetmeyiz. Ne kadar utangaç bir şahsiyetsek bundan o kadar imtina ederiz. Neden mi? Çünkü bu utanca yakından baktığımız vakit bize “Sen yeterli değilsin!” der.
|
"Sen yeterli değilsin!"
"Ne dedin ne dedin?"
"Yok bir şey..." |
Bu öyle incitici bir laftır ki tüm tadımız kaçar.
Böylesi bir utanç, yeterli olmama korkusu ile mayalanarak insanda eziyet veren bir kırılganlık meydana gelmesine sebep verir. Neticede kendimizi korumak için etrafımıza duvarlar örer, hatta dağlar dikeriz. İşte kıytırık kırılganlığın bünyemize biricik faydalı tesiri budur. Bizi kendimizi esirgemeye teşvik eder.
Peki ama o çokça kıymet verdiğimiz insanı bağları bunca duvarlar ve sıra sıra dağlar ardından kurabilir miyiz? Bu pek mümkün görünmemektedir. Zira birileriyle bağ kurabilmek için kendimizi ayan beyan görünür kılmamız icap eder.
Başka türden bir kırılganlık:
Geldik diğer türdeki kırılganlığa. Bunu hazırlamak ilkinin aksine bayağı zahmetlidir. Ancak sevgi ve aidiyet hislerine doymamızı sağlayacak faydalara sahiptir. İzninizle ben bu kırılganlığa “Yürekli Kırılganlık” diyeceğim.
Candan insanlar…
Bazı insanlar değerli oldukları hususunda bir gönül eminliğine sahiptirler, dolayısıyla da sevgi ve aidiyet hislerine. Böyle insanlara “CANDAN” deriz. Çevreleri ile fevkalade kolaylıkla bağ kurarlar.
Bir kısım insan ise kendilerine bir değer atfetmek için çırpınır dururlar ve daima gayretlerinin kâfi gelip gelmediğini sorgularlar.
Candan insanların bu kısım insanlardan farkı herkesten daha değerli olmaları değil, daima haklı ve mükemmel olduklarını zannetmeleri değil, sevilmeye DEĞER olduklarına İNANMALARIDIR.
O halde diyebiliriz ki bizi bağ kurmaktan alıkoyan şey, buna layık olmadığımız korkusudur.
Peki, candan insanlar bağ kurmalarını kolaylaştıran değerlilik hislerine nasıl erişirler?
- Yüreklerini ortaya koyarlar: Candan olmak yürek ister. Kusurlu olmaya cesareti olan insan pekâlâ candan olabilir.
- Yüreklerini şefkat ve nezaketle terbiye ederler: İnsan bu hisleri evvela kendisi ile baş başa iken tadar sonra başkalarına tattırır. Şefkat ve nezaket içeride yoksa, dışarı sunulanlar içinde sihirli bir şekilde meydana çıkmasını beklemeyiz.
- Göründükleri gibi olana veya oldukları gibi görünene dek düşük hararette pişerler: Bu zor olan kısımdır. Candan insanlar, başka biri gibi olma mecburiyeti bünyelerinden buharlaşana dek pişerler. Ve kim iseler o olmaya niyet ederler.
Bu adımlardan sonra candan insanların kırılganlığı ayrı bir kıvam kazanır. Kırılgan olduğumuz gerçeğini tamamen kabul ederler. İnanırlar ki bizi incinebilir yapan ne varsa çoğu zaman bizi güzel yapan da odur. Elbette kırgınlıklarından bir yaz tatilinden bahseder gibi gönül ferahlığı ile bahsetmezler. Ancak ıstırap verici de bulmazlar. Bilakis, lüzumlu bulurlar.
Onlara hiçbir teminat verilmediği halde size el uzatabilirler.
Kalbini açan ilk kişi olmaktan ürkmezler.
Sevgiye emek verirler. Sonunda meyvesini alacakları belli olsun yahut olmasın.
Yürekli bir kırılganlık ile yaşamak her iş için
kehanette bulunmayı, hesap kitabı, teftiş ve hâkimiyeti belli bir kararda terk etmiş olmak demektir. Ne yazık ki pek çoklarımız için elle tutulmayan, gözle görülmeyen, ölçülemeyen bir şey aslında yok demektir. Hâlbuki hayat bir takım cetvellerle, terazilerle, kaşıkla, fincanla ölçülemeyecek kadar büyük ve şaşırtıcı olabilmektedir. Hayat sık sık hesaplarımızı boşa çıkarmaktadır. Çeşitli tariflerle dünyalarımıza tertipli bir mutfak havası verdiğim bu blogun aslen mizahi bir blog olması da bu sebepledir. Candan insanlar için hakikat, hayat karşısında kırılgan olduğumuz ve bunun korkulacak bir şey olmadığıdır.
Kırılganlıktan kurtulayım derken…
Kırılganlığın temelinde utanç, korkular ve değerli olmak için verilen bir mücadele olduğu yalan değildir.
Ancak aynı zamanda kırılganlık coşkunun, üretkenliğin, aidiyetin, sevginin ve daha nice güzelliğin de doğduğu yerdir. Kırılgan olmak, kanlı canlı insan olmak demektir.
Biz kıran ve kırılan bir dünyada yaşıyoruz. Buna rağmen pek çoğumuz kırılganlığı UYUŞTURURUZ. Ne yazık…
UYUŞTURURUZ.
Bol bol alışveriş yaparak… Bizi borca soksa dahi…
Aşırıya kaçarak, misal aşırı yiyerek veya aşırı aç kalarak... Sıhhatimizi bozsa dahi…
Müptela olarak… Sadece bir maddeye değil, kimi zaman da ekranlara, eşyalara…
Başka yollar aramak yerine derhal sinir teskin edici ilaçlara sığınarak…
Ve daha pek çok yoldan...
Oysa bilmeliyiz ki bir hissi uyuşturmak demek bütün hisleri uyuşturmak demektir. Ezici bir utançtan, acı hislerden imtina ediyor ve onların tadını almak istemiyor muyuz? Bunu başarırsak emin olunuz ki diğer tüm hisleri de eskisi kadar tadamaz hale geliriz. Kırılganlık için hissiz iken coşkuyu görünce aniden uyanıvereceğimizi nasıl umabiliriz?
Peki, hislerimizi uyuşturmak için başka neler yaparız?
Kendimizi sadece maddelere ve nesnelere dadanarak uyuşturmayız. Aynı zamanda bir şeylerin idrak edilme biçimini de değiştirmeyi arzu ederiz. En çok da kesinliği muğlak olan şeyler kesinmiş gibi yaparak…
Bunu kimi zaman inançlarımızı, kutsal değerleri alet ederek yaparız.
“Ben haklıyım, sen haksızsın!” diyerek kestirip atarız.
Günlük hayattaki politikalarımıza bir bakınız. Korktukça kırılganlaşmakta, üstelik kırılganlaştıkça korkmaktayız. Bugünün dünyasında düzgün bir müzakere ve diyalog yok denecek kadar azdır. Kara çalma, kabahat bulma, sataşma ise bol bol vardır.
Başkasında kabahat bulmak rahatlatıcıdır. İçimizdeki acıyı akıtır, sırtımızdaki yükü azaltır.
Velhasıl yaptığımız iş kendimizi uyuşturmak ve güya mükemmelleştirmektir.
Mükemmel kabul edilmeyi arzu ederiz. Başka biri gibi görünmek için saatlerimizi veririz. Birisi mükemmelliğimizi sorguladığında savunmaya geçeriz.
|
Sizce kusur nedir? |
Üstelik aynı tutumu çocuklarımız üzerinde de gösteririz. O küçük yavrulara bakar ve “Ah,” deriz, “sen mükemmelsin. Ve benim senin daima böyle kalmanı sağlamam şart!”
Hâlbuki kimse mükemmel değildir. Çocukların kendileri gibi olma hakkı vardır. Mükemmel falan değillerdir ancak tabi ki yaşama mücadelesine uygun vasıflarla dünyaya gelmişlerdir. Onlar oldukları gibi sevilmeye, bizim dünyamıza ait olmaya layıktır.
Uyuştururuz ve –miş gibi yaparız.
Bizim hareketlerimizin başkalarının üstünde hiçbir etkisi yokmuş gibi yaşar gideriz. Oysa her adımımızda farkında olsak da olmasak da ne hayatlara dokunuruz.
Biraz efkâr için bazı sorular:
|
Sizce mükemmellik nedir? |
Aslen kimsek kendimizi öylece görünür kılabilir miyiz? Sahiciliğimizle, gönülden ve bütün kırılganlığımızla?
Uyuşmamış, hisseden bir kalple yaşayabilir miyiz? Bir uçtan diğerine savrulmadan?
Tereddütsüz sevebilir miyiz? Hesapların haksız yere bize dönmeyeceğinin hiçbir teminatı olmasa da…
Gözümüzde her şeyi bir küçük kıyamete dönüştürmek ve parmağımızı doğrultacak bir günah keçisi aramak yerine takdir etmeye değer ne varsa onları arayabilir miyiz?
“Ben yeterliyim” diyebilir miyiz? İnanarak?
Belki bu kilidi açmamız ile beraber ağzımızdan kelimeler dökülüp taşmaya başlar ama bir ihtimal böylece başkalarını sahiden dinlemeye de başlarız, kim bilir?
Siz ne dersiniz?
Afiyet ve sıhhatle kalınız efendim.